31 Mayıs 2014 Cumartesi

ADINI BULAMADIM MİMİ



Yeni bir mimle birlikte merhabaa :)

Sevgili Umut Hikayem bloğunun Şeyma'sı beni mimlemiş :) Teşekkür ediyorum kendisine. Ben de gecikmeden yapayım dedim. 

♣ Blog açma hikayeniz nedir?
Üniversiteden mezun olmuş ve memleketime ailemin yanına dönmüştüm. Yani kısacası depresyondaydım :) Kendime bu ruh halinden kurtulmak için uğraşacak birşeyler ararken bir blog keşfettim. Sonra benim neden bloğum olmasın ki, yazar içimi dökerim dedim. Hemen harekete geçtim :)


♣ Blog isminiz nereden geliyor?
Neden bu isim ?
Sıradan bir isim olmasını istemedim. Önce birinci tekil şahıs diye düşündüm. Sonra neden hep 1,2,3 ki 4 daha güzel olur dedim kendi kendime :) Anlık verilmiş bir karar oldu yani. Benim için özel bir anlamı yok. Ama çok seviyorum memnunum Dördüncü Tekil Şahıstan :)


♣ Hangi mevsimi seversiniz ?
İlk bahar benim ruh halimi genelde olumsuz etkilese de ondan vazgeçemiyorum. Gelmesini dört gözle beklediğim mevsimdir ilkbahar. Kışı ve sonbaharı hiç sevmem. Yazla da aramız eh işte :)





♣ Bu mevsim size neyi çağrıştırıyor ?
İlk bahar bana dallarda açmış güzel çiçekleri, doğayı ve yenilenmeyi çağrıştırıyor.


♣ Kırmızı ruj mu ? - Eye-liner mı ?
Kırmızı ruj neredeyse hiç kullanmıyorum. Benim için eye liner en önemlisi :)


♣ Blog yazmak sana ne kazandırdı ?
Samimi  bir çok kişi tanıdım. Herkesin yazdıklarını okumaya çalışmak ve bunu isteyerek yapmak çok güzel bir duygu.Çok güzel bir uğraş edinmiş oldum. Aynı zamanda bloğumu geriye dönüp okuduğum zaman ne kadar saçmasapan şeylere üzüldüğümü, karamsarlıklarımı görüyorum. Biraz hatalarımı görmeme de yardımcı oluyor. Aynı zamanda mutluluklarımı okuyup gülümsediğim zamanları çok seviyorum :)


♣ Kitap okumak mı-Birşeyler yazmak mı ?
Daha çok kitap okumayı seviyorum sanırım. Belki güzel şeyler yazma yeteneğim olsa fikrim değişirdi :)



♣ Şiir mi ?/Roman mı ?/Hikaye mi ?
Şiir çok çok nadir okuyorum. Hikaye de aynı şekilde kırk yılda bir :) Roman benim için vazgeçilmez.


♣ En çok etkilendiğin film ?
Çizgili Pijamalı Çocuk




♣ Hangi tür kitap/film ?
Kesin bir tür seçimim yok. Önemli olan sıkılmamam :)


♣ Öğrenci olmak mı?-İş hayatı mı ?
Şimdi öğrencilik gibisi var mı yaa şeklinde düşünenler çok olacak ama ben iş hayatını sevdim. Öğrenciliği hiç özlemiyorum desem yeridir :) Hatta çalışırken sabahladığım sınavlardan kurtulduğumu düşündükçe kalkıp göbek atasım geliyor :)


♣ Kitap okumak mı?-Film izlemek mi?
Ne yazık ki yalnız film izlemeyi pek sevmiyorum. Adapte olamıyorum :) Kitap okumayı tercih ediyorum genelde.


♣ Klasik giyinmek mi?-Spor giyinmek mi?
9 ay öncesine kadar sadece spor giyinen bir insandım. Ama çalışma hayatına adım atınca insan ister istemez kendini ceketle buluyor bazen. Başta çok önyargılı olsam da sevmeye başladım. Büyüdüm mü ne :) Ama iş dışında her zaman spor giyinmeyi tercih ederim. Rahatlık önemli :)


♣ Almaktan asla vazgeçmeyeceğiniz şey ?
Nutella ve böyle nutella manyaklığım devam ederse de doğal olarak kilo :)



♣En sevdiğin yemek nedir ?
Valla bu konuya hiç girmesek daha iyi =)


♣ En sevdiğin dizi ?
Bir tane bile dizi izlemiyorum. Bir ara yabancı dizilere sarmıştım ama sonra onları da bıraktım. İzlediklerim arasında Spartacus ve Game of Thrones'u çok sevdim.


♣ Özel bir yeteneğin olsa, bunun ne olmasını isterdin ?
Bana zarar verebilecek insanları tanıştığım gibi hissedip onlardan uzak durabilmeyi isterdim.


♣ Hasta olmanın en kötü yanı nedir ?
Bir kaç gün dinlenip rahata alıştıktan sonra tekrar sorumluluklara geri dönmek :)



♣ Alınacak listen var mı? İlk 5'i nedir?
Genelde böyle bir liste olmaz aklımda. Bazen hiç aklımda olmayan şeyler alıveririm. Önceliklerimi gözüm görmeyebilir :) Ama şu anda kafamda 3 şey var.
1-kitap    2-kot   3-elbise

Tabi bunlar için gidip de başka şeyler almam da imkan dahilinde her zaman :)


♣ İlk aldığın makyaj malzemesi nedir ?
Yanlış hatırlamıyorsam siyah göz kalemiydi.

Mimleyelim bakalım şimdi dee :)

SADE VE DERİN
Portakal yiyen kedi
NarKoZ
MyReal
BEYAZ GEMİ

29 Mayıs 2014 Perşembe

KARDEŞİMİN HİKAYESİ / ZÜLFÜ LİVANELİ

Başlığı yazdıktan sonra uzun bir süre nasıl başlayacağımı düşündüm. Çünkü kitabı beğendim mi beğenmedim mi bilemiyorum. Aslında tam da harika bir roman olduğunu düşünürken sonlardaki bir ayrıntı fikrimi değiştirdi. Onu da yazıp yazmamakta kararsızım. Kitabı okuyacak olanların önyargılı olmasını istemiyorum. Ama belki yazımın sonunda dayanamayıp söyleyebilirim :)

Ahmet Arslan emekli olmuş, insan kalabalığından kaçarak hiç kimseyi tanımadığı Podima adlı bir köye yerleşip kendisiyle başbaşa kalmış bir mühendistir.Hayatı sadece okuduğu kitaplardan ve köpeğinden ibarettir.

Komşularının evinde bir cinayet işlenir ve Arzu Kahraman adındaki kadın ölü bulunur. O gece o evdeki davetlilerden biri de Ahmet Arslan olduğundan gazeteci olan bir kız cinayetle ilgili konuşmak için kapısını çalar. Ama aralarındaki konuşmalar zamanla Ahmet'in ikiz kardeşi Mehmet'in hikayesine odaklanır. Böylece kız bu hikayeye duyduğu meraktan günlerce Ahmet'in evinde kalır. Tabi ki amacı gazetede ilgi çekecek bir haber yakalamaktır.

Yani cinayetle başlayan roman aslında daha çok ikiz kardeş Mehmet'in hüzünlü ve şaşırtıcı hikayesi üzerine kurulu. Bir yandan da okuyucuyu aşkın insanın gözünü nasıl da kör eden bir duygu olduğu konusunda düşündürtüyor.

"Aşk, bir uçurum kıyısında gözü bağlı yürümektir."

Ahmet üzüntü, öfke, aşk gibi hiçbir duyguyu hissedemiyor. İnsanlara dokunma fobisi var. Ve gazeteci kızın onda kaldığı son gece bu duygulara karşı nasıl da özlem duyduğunu anlıyor. Biraz da insanın yaşadığı olayların psikolojik etkisine de değiniyor anlayacağınız.

Ahmet cinayetle ilgili bir ipucu bulur ve bununla birlikte cinayeti kimin işlediğini anlar. Ancak bunu kimseye söylemez. Romanın sonunda Ahmet de ölü bulunur ve bir mektupla birlikte cinayeti kimin işlediğini açıklar. (Açıkçası o kişinin olabileceği aklımdan hiç geçmemişti.)

Ahmet Arslan'ın ölümü Arzu Kahraman'ın katilinden çok daha önemli bir sırrı da ortaya çıkarır. Tabi ki bunu söylemeyeceğim yoksa kitabı okumanın bir anlamı kalmaz :)

En başta da söylediğim gibi romanı aslında severek okudum ama dikkatimi çeken ve yazarın gözünden kaçan önemli bir şey beni kitaptan soğuttu birazcık. Yada Serenad'ı bayıla bayıla okuduğumdan beklentimi çok yüksek tutmuş olabilirim bilmiyorum. Ama fena değildi yine de. Konusu ahım şahım bir şey değil ama merak ettiğiniz için çabuk okuyorsunuz.

Beni kitaptan soğutan noktaya gelince; sanırım bunu anlatırsam romanın zaten en ilgi çekici kısmını anlatmış olacağım. Okuyacak olanlara haksızlık etmek istemem. O yüzden sadece şunu söylemek istiyorum.

Henüz kimlik numarası uygulamasının olmadığı yıllarda ölen birinin kimliğini kullanıyorsunuz diyelim. O kişi kayıtlara ölü olarak geçmiş.Ölüm yılı ve mezar yeri bile belli.
Sonra kimlik numarası uygulaması başlıyor. E tabi o kimlikle gidip kimlik no almak isteseniz zaten o kişi kayıtlarda ölü görünüyor bu kimliği nasıl kullanıyorsunuz diyecekler size. Alamazsınız yani.
İşte herkesin kimliğinin üzerinde TC kimlik no olan bir dönemde sizin kimliğinizde kimlik no yok.  Olmadığı gibi bir de onunla gidip savcılıkta ifade veriyorsunuz!  Hem de hiç bir problemle karşılaşmadan (?) Mümkün mü sizce? Bana göre değil. Mümkünse de benim aklım ermedi bir türlü :)  Bir roman okurken çok gerçekçi olmamak lazım belki de bilemiyorum :)

Şu anda anlattığım şey bu romanı okumayanlara tuhaf gelebilir. Ama okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bence Zülfü Livaneli'nin bunu gözden kaçırmaması gerekirdi diye düşünüyorum. Çok mu ukalalık ettim ne :)

Ayrıca okurken Arzu'yu kimin öldürdüğünü hiç merak etmedim. Sanki o ayrı bir kitap gibiydi. Çok alakasız buldum Mehmet'in hikayesiyle Arzu'nun ölümünü. Tek merak ettiğim Mehmet'in başına gelenlerdi.

Sonuç olarak kendini okutan fena değil dediğim bir kitap oldu.Serenad ile yarışamaz benim gözümde.

Romandan birkaç alıntı ile sonlandırmak istiyorum yazımı.




"İnsan herşeyi unutarak yaşayabilirdi. Ama her şeyi hatırlayarak yaşayamazdı."

"Herkes öleceği günü saati bilseydi geriye sayım ne kadar zor olurdu düşünsenize. Geçen her dakikayı bir tabut çivisi gibi algılamaz mıydık ?"

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Kendine Kör Olmak!!

İnsanların bazı davranışlarına anlam vermekte zorlanıyorum gerçekten. Başkalarına gelince eleştirmeye, doğru yanlış arkasından atmaya bayılıyorlar. Bir kusurlarına bin ekleyip anlatmak en büyük zevkleri. Hatta bu "türler"in yaşama amacı bu bence. Başkalarının aldığı kararlara saygıları yok. Her karara yanlış gözüyle bakıp akıl vermeye kalkıyorlar.

Hıı bir de şu var, bahsettikleri kişi eğer karşılarında ise canım, cicimler havada uçuşuyor. Ama daha çıkıp kapıyı kapatmasıyla dedikodunun dibine vuruyorlar.

Ama kendilerine gelince eleştirilmekten, iyiniyetli bile olsa kusurlarının kendilerine söylenmesinden nefret ediyorlar. Başkalarının kusurlarını bir bir görürken kendilerine KÖR oluyorlar. Çünkü onlar kusursuz, hatasız, harika yaratılmış insanlardır! Özeldirler, kimseye benzemezler. Başkalarına akıl vermeyi kendilerine görev edinmişlerdir! Kendi hayatları o kadar düzgündür ki ! tek dertleri başkalarına yardımcı(!) olmaktır.

İşte bunların kendilerini nerede ve kim olarak gördüklerini anlayamıyorum. Anlamak da istemiyorum gerçi, tıpkı onlara benzemek istemediğim gibi...

Ne yazık ki bazen böyleleri yüzünden  "el alem ne der" mantığıyla hareket edebiliyoruz. Kendi yaşamımızı başkalarının baktığı at gözlüklerinin ardına sıkıştırıyoruz. Zamanın su gibi akıp geçtiği hayat burada hapsolmuş gibi geçiyor işte. Gönlümüzce yaşamak gibisi varken değer mi ki o insanlar ne der diye düşünmeye?

Bir zamanlar bunun acısını çok çektim ve çektirdim. Ama artık kimin ne düşündüğü umrumda değil kendimi mutlu hissettikten sonra kime ne? Kendi hayatımı başkalarının kararlarıyla yaşamak istemiyorum asla.

Bu hayatı 'el alem ne der'lerin arasına hapsetmeye değer mi? Önemli olan kendi kararlarımızı "kendimizce" düşünüp doğru kararlar vermeye çalışmak ve en önemlisi de bu kararlarımızla kendimizi mutlu hissetmek.

Ahmet Batman'ın da söylediği gibi :


Herkes dönüp de kendi hatalarına kusurlarına bir baksa da öyle etrafına akıl verse keşke. Zaten genel olarak edindiğim izlenime göre daha çok hayatından memnun olmayan, mutsuz olan insanlar başkalarının hayatlarına müdahale etmeyi seviyor. İşte en büyük kusur da bu olsa gerek!! Kendi hayatlarındaki mutsuzluğun hıncını başkalarının üzüntülerinden yada mutluluklarından alarak kendilerini tatmin ediyorlar.

Bunların topluca tedaviye ihtiyacı var. Allah akıl fikir versin ne diyeyim :) Biraz öfke dolu bir yazı oldu ama kusuruma bakmayın :)

Gönlümüzce yaşamak dileğiyle... ♥♥♥








27 Mayıs 2014 Salı

Piknikten Notlar =)

Evet tahmin ettiğiniz gibi bugün beni heyecandan öldüren pikniğimiz gerçekleşti :) 

Sabah gözümü açtığım gibi perdeyi aralayıp dışarı baktım. Maalesef yağmurluydu. Ama belki sonradan düzelir diye umut ederken Sonsuz'dan hava yağmurlu pikniği ertelesek mi diye mesaj geldi.

 Ertelemeye karar verdikten sonra ben "bir tencere sarma sardım kim yiyecek bunları akşam gelir alırsın o zaman" dedim. Sonsuz da annesiyle babasına söyleyince babası kıyamamış. Kız o kadar uğraşmış gidelim yağarsa döneriz demiş. Sonra gitmeye karar verdik yine. Güneş açtı neyse ki.

Sonsuz önce ailesini götürdü piknik yapacağımız yere. Sonra da beni almaya geldi. Bu arada o kadar çok ruj sürmüşüm ki düğüne gider gibi rujun çoğunu arabada yemek zorunda kaldım =) 
Yoldayken kaç defa çok heyecanlıyım dediğimi hatırlamıyorum bile. Elim ayağım birbirine dolaştı. Geldiğimizde arabadan nasıl indiğimi bilmiyorum :)

Babasıyla da ilk defa tanışmış oldum. "Hoşgeldin kızım" dediği an hala gözümün önünde :) Zaten gün boyunca bana hiç ismimle hitap etmedi. Hep kızım dedi. O kadar hoşuma gitti ki böyle söylemesi.
Eve geldiğimde de Sonsuz'a itiraf ettim. "Babanı daha çok sevdim sanırım" dedim :)

O da haklı olarak annemle babamı ayırıyo musuun dedi bana :) Ama öyle yani yalan mı söyleyeyim şimdi. İçimden geçen bu :)

Tahmin ettiğim gibi Sonsuz "salatayı kim yapacak" diye takıldı bana :) Ama salatayı yapan annesi oldu. Çünkü heyecanım geçmemişti. Salata yapacak durumda değildim. Bir de annesinin gözü önünde salata yapmaya bile hazır hissetmiyorum kendimi daha :) Tek bıçak olmasının da şansıyla şimdilik bu stresi yaşamaktan kurtuldum böylece :)

Tam pikniğimizin en güzel yerinde yağmur bir başladı. Hemen toparlanmaya başladık. Herkes bana "sen arabaya git biz toplarız ıslanma" deyip durdu :) Babası montunu verdi üzerime. "Sen ıslanma hasta olursan üzülürüz sonra" deyince daha da bir mutlu oldum :)

Pikniğimiz yarıda kaldı diye söylenip dururken dönüşte kendimize yağmurun olmadığı güneşli bir dere kenarı daha bulduk :) Orada da biraz zaman geçirdik. Sonsuz'un babası annesine gelincik ve papatya bile topladı ve onlardan demet yaptı sonra :)

O kadar tatlılardı ki. Sonsuz da biraz babasına çekseydi iyiydi yani :))

Başta birbirimizin elini tutarken bile çekindik biraz. Çünkü ilk defa böyle aile ortamında beraberdik. Ama sonra atlattık onu da. Rahat rahat el ele olmak gibisi yok sanırım :)

Bu arada çok sabır gerektiren bir iş bu sarma yaa. Bayılacaktım vallahi :) Eğer kırılmayayım diye saklamadılarsa beğendiklerini söylediler :)

Eve döndüğümde annemle biraz dedikodu yaptık tabi ki :) 
Sonsuz bugün çekildiğimiz fotoğrafları da gönderdi. Onlara baktıkça gülümsüyorum. Bugün benim için çok özel bir anı olarak kalacak. Extra gülücüklü bir yazı oldu bu da böyle :)

Birbirinden özel anılar biriktirmek umuduyla..
İyi geceleer =)




26 Mayıs 2014 Pazartesi

Yarım Porsiyon Sendrom.. Yarım Porsiyon Mutluluk...

Haftanın ilk günü ve bende nedensiz bir moral bozukluğu var. Belki de Pazartesi sendromu bilemiyorum. Ama yapmam gereken hiçbir şeye odaklanamıyorum ve hatta hiçbir şey yapmak istemiyorum. Dikkatimi veremiyorum. 

Böyle nedensiz sıkılmalar çok yoruyor beni. Umarım kısa sürer. Gözüm hep saatte 4-5 olsa da eve gitsem diye bekliyorum.

Aslında hiçbir problem yok. Çok güzel bir haftasonu geçirdim. Arkadaşlarım bizdeydi. Güzel vakit geçirdik. Aynı eskisi gibi.. Dün de Sonsuzla görüştüm ve yarın ailesiyle pikniğe gideceğim. Çok heyecanlıyımm. Herşey bu kadar yolundayken bendeki bu moral bozukluğu nankörlükten başka birşey olamaz sanırım :)

Bu arada Catherine Arley'in sitesinden bir türlü alışveriş yapamadığımı söylemiştim ya. Geçen gün kuaför malzemeleri satan küçük bir dükkana girdim. Bir de baktım o pudralardan var. Hepsini kucaklayıp bağrıma basasım geldi :) 2 tane aldım. Daha fazla alacaktım,çok fena gaza geldim :D Ama sonra düşündüm ki dükkan yerinde duruyor kaçmıyor ya :)

Bu aralar acayip bir alışveriş isteği var bende. Ama hiçbirşey beğenemiyorum. Bir de seçenek az tabi. Bir sürü mağaza yok ki rahat rahat beğeneyim. Ah ah şuraya bir alışveriş merkezi yapamadılar :)

C.tesi günü deprem oldu malum. Ve ben hayatımda ilk defa bir depremi hissettim. Buna rağmen de evdeki herkese göre çok sakindim. Mahalledeki herkes kendini dışarı atmış korkudan. Dışarı çıkmak aklıma bile gelmedi. Kitaplığımın deli gibi sallanışı hala gözümün önünde :)

17 ağustosta olan depremde ben hiç uyanmadım. Annemin de korkudan dili tutulmuş. Uyandıramamış beni. Sürükleyerek dış kapıya kadar götürmüş. Gözümü kapıda açtım.Sarsıntı bitmişti zaten. Nasıl ağır bir uyku varsa artık bende :)
Allah bir daha böyle acılar yaşatmasın hiç kimseye.

O gün depremden sonra Sonsuz hemen beni aramış. Normalde işteyken hiç telefon kullanamıyor. İzin almış. Depremi hissettiğim gibi aklıma sen geldin dedi. Ben de aynı şeyi hissettim. Zaten ailemin yanındayım. Herkes evdeydi. Aklıma gelen ilk kişi Sonsuz oldu. Bu duygunun karşılıklı olması kadar güzel birşey yok sanırım.

Benden bu kadar şimdilik. Hoşçakalınn..
Güzel ve mutlu bir hafta geçirmeniz dileğiyle...


25 Mayıs 2014 Pazar

CEHENNEM / DAN BROWN


Merhaba.. Kitabımın son sayfasını okuduğum gibi geç kalmadan yorumlarımı yazmak istedim. Erteleyince kalıyor çünkü :)

Dan Brown'un Da Vinci Şifresi, Melekler ve Şeytanlar, Dijital Kale romanlarını okumuştum. Üçü de hoşuma gitmişti. Cehennem'i de beğendim. 574 Sayfa olmasına rağmen çok çabuk okunuyor. Bir sonraki sayfayı merak etmekten elinizden bırakamıyorsunuz.

Romanın bir kısmı İstanbul'da geçiyor. Bu yüzden de dikkatimi çekmişti. 

Sanat Tarihçisi Robert Longdon bir hastanede gözünü açıyor. Geçmişteki birkaç güne dair hiçbir şey hatırlamıyor. Hastanede tanıştığı Sienna ile birlikte gelişen olaylarla önüne çıkan şifreleri çözmeye çalışıyor. 

Tarihe de oldukça fazla yer verilmiş. İtalya'da, İstanbul'da bulunan mimari eserlerden sanat eserlerinden bahsediliyor. 
Robert Longdon'ın çözmeye çalıştığı şifreler Dante'nin cümleleri üzerine kurulu. 

Beklenmedik anda beklenmedik olaylar ve sürprizler sizi bekliyor. Yakın geçmişi hatırlamayan Longdon etrafındaki bazı kişilere güvenmesinin ardından o kişilerin farklı amaçlarını ve farklı yönlerini öğreniyor. Onlara güvendiği için bazen hayal kırıklığına uğruyor. 

Ayrıca kitabı okurken üzerinde en fazla düşündüğüm şey dünyanın ve insanlığın geleceğini kurtarmak için şu anda dünya üzerinde yaşayan nüfus feda edilebilir mi ? 

 Romanda dünyadaki hızlı nüfus artışının dünyanın, doğanın ve insanlığın sonunu getirdiğinden bahsediliyor. Bunu yavaşlatmanın imkansız olmasına rağmen  Bertnard adında bir genetik mühendisinin dünya nüfusunu azaltmak ve geleceği kurtarmak için ürettiği virüsle insanların bir çoğunu feda edişi romanın ana olayı. 

Cehennem oldukça heyecanlı ve ilginç bir konuya sahip. Bundan harika bir film çıkar bence :)

Dan Brown'u seviyorum. Zeki bir adam olsa gerek :)

"Karanlık bir tünelde yüzerken nefessiz kaldığın dönüşü olmayan bir nokta gelir. Tek çaren bilinmeyene doğru ileri yüzmek ve bir çıkış olması için dua etmektir."

"Cehennemin en karanlık yerleri
Buhran zamanlarında 
Tarafsız kalanlara ayrılmıştır."

"Bir insan hiç olmadıkça Tanrı ondan hiçbir şey yapamaz." / Martin Luther.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Biri Piknik Mi Dedi? O_o


Merhabaaaa :)

Çok uzun zaman oldu böyle her telden yazmayalı. Nedense hep erteledim yazmayı. Malum ülke gündemimiz o kadar dolu ki insanın sevdiği şeylerle ilgilenmeye bile içi elvermiyor.

Ama artık özledim yazmayı ve blog okumayı.
Evet başlıktan da anlaşıldığı gibi pikniğe gidiyorum haftaya. Kiminle mi ? Sonsuz, Sonsuzun annesi ve babasıyla :)

Sonsuz'un bu daveti beni nasıl sevindirdi anlatamam. Bir erkek sevgilisini ailesiyle tanıştırmak istiyorsa bu içtenliğin en önemli göstergelerinden biri benim için :)

İnanılmaz heyecanlıyım. Annesiyle tanışmış olmanın rahatlığı var üzerimde tabi. Ama babasıyla ilk defa tanışacağım için çok stresliyim.

Anneme bu konuyu açtığımda "anne ben pikniğe gidebilirim haftaya Sonsuzla. Ama annesiyle babası da gelecek" dedim.
Annem önce şaka yaptığımı sandı. "Çok ciddiyim" deyince "istiyosan git tabi" dedi.

Nasıl mutlu oldum anlatamam :) Gerçi gitme dese de birşey değişmez. Ben izin istemedim zaten, sadece haberi olsun istedim. Ama tabi anne onayı almış olmak da insanın içini ayrı bir rahatlatıyor :)

Sonsuzun annesiyle babası da çok mutlu olmuş geleceğim için. Sonsuz tek çocuk. O yüzden onların herşeyi. Beni de kızları gibi görüp benimsedikleri için çok mutlu oluyorum. Birbirimizi tamamen tanıdığımızda da beni böyle severler umarım. Cadalozluğumu saklamalıyım :D Şaka bir yana doğal olmak en güzeli tabi ki.

Sonsuz benden de heyecanlı. Bugün bana "heyecanın geçti mi benim hiç geçmedi" dedi. Kıyamam çocuk gibi :) İnşallah pikniğimiz de güzel geçer. Sonsuz bir ara piknikten vazgeçip "acaba piknik yerine birlikte yemeğe mi gitsek?" diye sordu. Ama piknik daha samimi ve güzel olabilir diye düşündük sonra.

Bu ara hayatımda tuhaf bir monotonluk var. Sanırım biraz da arkadaşsızlıktan. Havalar ısındı ve benim dışarı çıkıp o güzelim havada vakit geçirebileceğim arkadaşım neredeyse yok. Çünkü ya başka şehirdeler yada başka ilçede. Burada olanlarla da yıllardır görüşmeyince koptuk haliyle. 

Sonsuz da olmasa hayatıma renk katan çok az şey var sanırım :) Bu ara çok karamsarım. İnsanın en yakın arkadaşlarının ve dostlarının yanında olmaması büyük eksiklik.

Ama Cuma günü Pelin gelecek bize. O gece bizde kalacak. Konser de var hem :) C.tesi de iki arkadaşımızla daha buluşacağız bir aksilik olmazsa. Güzel bir haftasonu olacak umarım. Of yarın da bir geçse de Cuma gelse hemen yaa :)

Kaç gündür Catherine Arley'in sitesinden pudra almaya çalışıyorum. Her seferinde de hata veriyor. Bir türlü kavuşamadım o pudralara :( Başka yerde de satılmıyor ki hiç. Tecrübelerime göre de cildimde problem yaratmayan tek pudra o :( Oof bende şans olsa zaten.

Neyse ben kaçtım. İyi geceleer..

♥♥♥


20 Mayıs 2014 Salı

HAYAL / AYŞE KULİN


Ayşe Kulin en çok okunan ve sevilen yazarlardan biri olmasına rağmen ben nedense 'hiç' okumadım. Yani Hayal okuduğum ilk Ayşe Kulin kitabı oldu. Böylece onu okumaya hayatıyla başlamış oldum.

Hayal, Ayşe Kulin'in yazar olma hayalinin peşinden nasıl koştuğunu,  bazen de pes edişini anlatıyor. Önüne çıkan fırsatlar, aksilikler.. Bazen öyle şeylerle karşılaşıyor ki yazarlık konusundaki umudunu tamamen kaybedip pes ediyor. Yazarlık benim neyime deyip vazgeçiyor hayallerinden.

Sonra hiç ummadığı anlarda hayat yeni fırsatlar çıkarıyor karşısına. Böylece en çok okunan yazarlardan biri oluyor zamanla. Umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini gösteriyor bir kez daha.

Sadece yazarlık hayatı değil aile hayatını da anlatıyor. Eşinden boşanmış ve dört çocuğunu yetiştirme çabası veren bir kadının hayat hikayesi aynı zamanda.

Hayal'de en çok hoşuma giden şey ise içindeki çizimler oldu. Çok hoş ve eğlenceli hale getirmiş kitabı. Bazı çizimler beni güldürdü. Güzel bir fikir olmuş.

Yazdığı romanların, kitapların yazılış aşamalarını kısa kısa anlatıyor. Her birinin konusu da dikkat çekici. Mesela Sevdalinka daha önce dikkatimi çekerdi ama nedense hiç alasım gelmemiş. Sevdalinka ile ilgili anlattıkları, yazılış aşaması çok ilgi çekici. Bu yüzden okuyacağım ikinci Ayşe Kulin kitabı Sevdalinka olacak.

Yazımı Hayal'in başlangıç sayfasında yer alan Yahya Kemal Beyatlı'nın cümlesi ile sonlandırmak istiyorum.

"İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar."




15 Mayıs 2014 Perşembe

IŞIĞIM SÖNDÜ...



Şerif Erginbay tarafından 20 Mayıs 2010'da yazılan bu şiir, Soma'daki faciayı en iyi anlatan dizeler belki de....

IŞIĞIM SÖNDÜ
Karıcığım hoşçakal, ışığım azalıyor,
Yanımda ölü arkadaşlarım.
Artık kömür kokulu ekmekler getiremeyeceğim sanırım.
Buraya kadarmış çocuklarım, hoşçakalın,
Hakkınızı helal edin; anacığım, babacığım.
Işığım azalıyor, hoşçakalın..
Üstüme değil içime çöken ocağın sessizliğinde
Tek tek seslerinizi duyuyorum, yüzlerinizi görüyorum,
Işığım azalıyor, soluğum azalıyor, biliyorum,
Yavaş yavaş dünyanın kara kalbine gömülüyorum.
Işığım söndü, işte gidiyorum..,
Ah, en çok da şimdi, bir bilseniz
Nasıl da bulutları, ağaçları, gökyüzünü özlüyorum.
Işığım söndü.. hoşçakalın, arkadaşlarım çoktan gitti,
Artık ben de gidiyorum...
                                          ***
Söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum.. Başbakanın Soma'ya bir sürü korumayla gitmesi bile çok manidar. Neden ve kimden korkuyorsun ? Kendi milletinden, kendi halkından bu kadar korkmak!!
Başbakan Soma'dayken kendisiyle konuşmak isteyen işçi yakınını korumaları susturmaya çalışıyor ve bağırmamasını söylediklerinde adam isyan ederek "orada bağırma burada bağırma nerede konuşacağız biz" diyor. Ne kadar acı.. Her yerde insanları susturmaya çalışmaktan başka birşey yapılmıyor.
İşçi yakınlarına bağlanacak aylıkla mı dinecek acılar ?
Meclis 20 gün öncesi Manisa milletvekilinin Soma'da maden ocaklarında yaşanan kazalar ile ilgili önergesini görüşmeyi reddetmiş. Birşeyleri görmek için illa can vermek mi gerekiyor ?
İşçi yakınını tekmeleyen Başbakanlık müşavirine ise söyleyecek tek kelime bile yok!!

Kader mi ?? Kesinlikle değil..

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Üstünlük Mü??

Bugün büroya avukatın bir arkadaşı geldi. Emekli hakimmiş kendisi. Erken emekli olduğu için de avukatlık yapmaya karar vermiş ve büro açacakmış. O kadar mütevazi bir adamdı ki. Bilmiyorum diyebilmek ve bunu demekten utanmamak bence erdemlerin en büyüğü. Adam hiç çekinmeden ve bundan utanmadan bana (ki zaten çekinecek bir şey de yok)

"Ben bu mesleğe yeni başlayacağım. Püf noktalarını öğrenmek için geldim. Şu an sen yeni mezun olmuşsun, stajyersin ama avukatlık alanında benden daha çok şey biliyorsun" dedi. Önce laf olsun diye söylüyor sandım. Ama gerçekten de dediği gibi birçok şeyi yeni öğrenecekmiş onu anladım. 

Serbest meslek makbuzu, ücret sözleşmesi, serbest meslek kazanç defteri, muhasebe, dilekçelerle ve vergilerle ile ilgili sorular sordu. Dilekçe örneklerini bir flash belleğe atıp ona verdik, bürosunu açtığında elinde örnek bulunsun diye. 

Merak ettiği bir çok soru sordu ve hiç bir mahcubiyet ifadesi yoktu yüzünde. Herkes herşeyi bilmek zorunda olmadığı gibi o da hakim diye hukuk alanındaki tüm işleri bilmek zorunda değil. 

Aslında önüne her gün onlarca dilekçe geliyordur ama önüne gelen dilekçeyi okumak farklı bir de emek vererek o dilekçeyi yazmak farklı iş. 

Hakim, avukat, savcı... Hepimiz hukuk fakültesinden mezun oluyoruz. Ama tercihlerimize göre bu mesleklerden birini seçiyoruz. Her birinin yaptığı iş bambaşka ve bunlar birbirinden tamamen ayrı meslekler. Ama nedense hakim ve savcıların çoğu kendilerini tüm insanlardan olduğu gibi avukatlardan da üstün görüyorlar. Vatandaşlar da avukatlar da dahil herkesin kendilerinden, otoritelerinden korkmalarını, çekinmelerini istiyorlar. Oysa insan adaletin, hukukun temsilcilerinden korkmamalı. 

Duruşma sırasında bir tripler, avukatı ezme çabası.. Abartılmış ve şişirilmiş egolarıyla birlikte insanları küçümsemeye bayılıyor çoğu. Ama bir yandan buna sebep olan da avukatlar. Çünkü geneli hakim ve savcılara "efendi" gözüyle bakıyorlar. Konuşurken bile "efendim" diyorlar. Sürekli başları eğik. Kimse kimsenin efendisi değil. Herkes işini yapsın. Benim bakış açım her zaman bu olacak. 

Hakim, savcı kendini her açıdan üstün görüyor avukattan. Neymiş efendim o hakimmiş, o karar veriyormuş! Bu herşeyi bildiğin anlamına gelmez, gelemez.. Duruşmalarda öyle şeyler oluyor ki, hakimin o konuyu bilmediği her halinden belli ve ona rağmen o kadar ukala davranıyor ki. Bilmiyorum diyemediği için daha çok rezil oluyor. Ya bilmiyorum de işte ne var bunda!

Üstünlük tartışmasına girecek olursak eğer ben de -henüz daha stajyer olmama rağmen- bugün gelen beyefendiden üstünüm o zaman! Çünkü benim çoktan öğrenmiş olduğum şeyleri yeni öğreniyor. Bu üç meslek arasında astlık-üstlük ilişkisinin olmadığını bir kez daha görmüş oldum böylece. 

Sonuç olarak bu üçü birbirinden tamamen farklı meslekler olup hiç biri diğerinden üstün değildir.  Keşke hakim ve savcılarımız bugün gelen beyefendi gibi egolarını yenmiş olabilse ve şayet bilmiyorsa bilmiyorum diyebilse. Keşke biraz aşabilseler aşağılık komplekslerini. Ama maalesef geneli o kadar ukala ki. 

Ve bugün bir kez daha anladım ki. Bilmiyorsan göğsünü gere gere bilmiyorum diyeceksin. Bundan utanmayacaksın. Yeni öğrenmek hiç bir zaman mahcup olmayı, utanmayı gerektirmez. 

Tekrar söylüyorum, cümlelerim tabi ki bir genelleme değil. Herkesin böyle olduğunu iddia etmiyorum. Sadece mütevazi olan ve insanlara yukarıdan bakmayan çok az hakim ve savcı ile karşılaştım. Bugünkü beyefendi de onlardan biriydi.

Egoların yok olduğu günlere kavuşmak dileğiylee :))


11 Mayıs 2014 Pazar

Haftasonu Heyecanı



Biraz geç kalmış olsam da daha gün bitmedi sonuçta. Tüm annelerin ve anne adaylarının Anneler Günü kutlu olsun :) 

Bu haftasonu Anneler Günü nedeniyle benim için farklı bir heyecana sebep oldu. Çünkü Sonsuz'un annesine anneler günü hediyesi aldım. Ve seçerken çok çok zorlandım. Neyse ki annem de yardımcı oldu bana.
Tabi ki kendim veremedim hediyeyi. Sonsuz'a verdim, o götürdü annesine. Hediyeyi verdikten sonra ben telefonla aradım. Telefona açılana kadar kalbim ağzımda attı resmen :D 

Daha önce tanıştık ama ne bileyim farklı bir heyecan işte :) Annesi çok sevinmiş. Hemen gidip "gelinim aradı" demiş Sonsuz'a :) Onu mutlu ettiğim için çok mutluyum :))

Şu anda biraz moralim bozukumsu. Bozukumsu mu?? O neyse artık :D Yani hem iyiyim hem kötü. Bir yandan Sonsuzla 24 saat bir arada olmanın mutluluğu var içimde. Bir yandan da o 24 saatten sonra onun yanından ayrılıp eve gelmenin yarattığı burukluk.

Onun yanındayken bütün dünyayı unutmak kadar güzel bir şey yok :)
 Bazen bir aradayken eve gitmek istemediğimizde birbirimize "evlensene benimle" diyoruz. O an o kadar içten geliyor ki bana :) Umarım hayallerimiz gerçek olacak bir gün. Hıdrellezde en büyük dileğim buydu :)

Haftasonu da bitti. Ve yarın sendrom günü oof :)

Şimdiden herkese güzel ve huzurlu bir hafta diliyorum.

♥...Mutlu kalın...♥


9 Mayıs 2014 Cuma

Tek Kelimelik MİM =)


Sevgili Şeyma Beni mimlemiş. Çok teşekkür ederim. Ne zamandır bu mim gözüme çarpıp duruyordu :) Mimlendiğimi görünce ben de hemen yapıverdim.

Aklıma ilk gelenleri düşünmeden ve hiç değiştirmeden yazdım :) Aslında Şeyma mim yerine TAG demiş. Ama ben ısınamadım pek. O yüzden başlıkta mim yazacağım. Kusuruma bakmaz umarım :)

Telefonun Nerede ? ---> Şarjda

Partnerin ? ---> Sonsuz =)

Saçların ? ---> Uğraştırıcı

Annen ?  ---> Herşeyim

Baban ?  ---> Canım

En Sevdiğin Eşya ?  ---> Panpa (Kocaman pembiş ayıcık :)

Son Gece Gördüğün Rüya ?  ---> Saçma

Hayalindeki Araba ?  ---> Micra

İçinde Bulunduğun Oda ?  ---> Dağınık :)

Korkun ?  ---> Yalnızlık

10 Sene İçinde Ne Olmak İstiyorsun ?  ---> Huzurlu ( Hatta evli, mutlu,çocuklu haha :)

Sen Ne Değilsin ?  ---> Ukala

Üzerinde Ne Var ?  ---> Ayıp :D

Senin Hayatın ?  ---> Sakin

Moralin ?  ---> Kıvamında :)

Şu An Ne Düşünüyorsun ?  ---> Mim

Senin Bilgisayarın ?  ---> Sony

Bira ?  ---> Pringles :)

Aşk ?  ---> Sonsuz :)

İki soruda parantez ekledim ama o kadar da olsun değil mi ? Dayanamadım :)

Şimdi gelelim mimlediklerime. Umarım henüz yapmamışlardır.

Pink Timber
BEYAZ GEMİ
Ucuz Roman

Başka mimlerde buluşmak üzere hoşçakalıın =)


8 Mayıs 2014 Perşembe

MİM : Siz Hiç?? :)

Sevgili loverK beni mimlemiş. Bu mim bana hayatı nasıl ve ne kadar dolu yaşayıp yaşamadığımı sorgulattı aslında. Sevdim bunu :) Teşekkür ediyorum kendisine ve mime başlıyorumm =)


Siz hiç gerçek aşk nedir bildiniz mi?
Eveet :) Belki de hayattaki en güzel duygulardan biri olan aşkı şuanda yaşadığım için çok mutluyum :)

Siz hiç acı çektiniz mi?
Evet. Çektiğim bazı sıkıntılar bana o anda çok acı verse de üzerinden zaman geçince aslında buna mı üzülmüşüm ben yaa diyorum. Ama bazıları da o kadar canımı acıtıyor ki geçen zaman bile o acıyı değiştirmiyor.

Siz hiç insanların taa gözlerinin içine baktınız mı?
Ben öyle herkesin taaa gözünün içine bakamam :) Hakeden var haketmeyen var canım aa :P :) Şaka bir yana gözlerinin içine bakarak konuştuğum sınırlı sayıda insan vardır. Onlar da çok yakınlarımdır tabi ki.

Siz hiç salıncakta sallanıp bulutları yakalamaya çalıştınız mı?
Hmm sanırım böyle birşey düşünmedim hiç. Çocukken düşündüysem de hatırlamıyorum. Ben genelde salıncakta biraz yükseğe çıktıktan sonra sallanırken kendimi atmayı severdim :) Uzağa fırlayıveriyorsun hemen. Çok güzel olurdu :) Gerçi gözünüzde canlandı mı bilmiyorum ama :) Bir de ayakta sallanmak favorimdi :) Yani böyle şeyler yapmaktan bulutlar aklıma gelmemiş olabilir :)

Siz hiç ayağınız takılıp düştüğünüzde kendinize bayılana kadar güldünüz mü?
Bunu birkaç defa yapmışlığım var :) Düştüğüm ortama göre de değişir hem. Bazı durumlarda gülemeyip kal gelebilir yani :) Düşünüyorum da çok uzun zaman oldu böyle düşmeyeli. Nazar değmesin tabi de :)

Siz hiç parmak yarışı yaptınız mı?
Evet, genelde kaybeden olurum :)

Siz hiç kafanızı su dolu bir kovaya koyup nefesinizi ne kadar tutabileceğinize baktınız mı?
Hayır. Hiç denemedim. Hatta aklımın ucundan bile geçmedi :) Ama hani filmlerde olur ya adamın kafasını tutup suya sokarlar işkence amaçlı :) O zaman düşünmüşlüğüm var acaba ne kadar dayanabilirim diye :)

Siz hiç ruh çağırdınız mı?
Ortaokuldaydım, bir kere arkadaşımda kalırken deneyecektik. Ama sonra vazgeçtik. Korktuk sanırım :)

Siz hiç altın günü yaptınız mı?
Hayır hem de hiç :)

Siz hiç pamuk şeker yerken elinize gözünüze bulaştırdınız mı?
Bulaştırdım tabi ki. Çünkü pamuk şeker öyle keyifli yeniyor :) 

Siz hiç bir gece yarısı uyanıp sevdiğinizin (kim olursa olsun) nefesini dinlediniz mi?
Evet. 

Siz hiç saatlerce köpük banyosu yaptınız mı?
Hayır. Henüz hiç denenmedi :)

Siz hiç çimlerin üstünde çıplak ayak yürümenin zevkini yaşadınız mı?
Evet ama bunu tekrarlamayalı çok uzun zaman oldu.

Siz hiç yağmur altında çılgınlar gibi koştunuz mu?
Eğer şemsiyem yoksa ve felaket bir yağmur yağıyorsa koşmuşluğum var. Ama keyif için hiç yapmadım bunu :)

Siz hiç bir günü hayıflanmadan geçirebildiniz mi?
Hayıflanmadan geçirdiğim günler de oluyor çok şükür :)

Siz hiç sesiniz kötü olsa bile bir şarkıyı bağıra bağıra söylediniz mi?
İtiraf ediyorum sesim çok kötü :) Ve buna rağmen söyledim :)

Siz hiç kendi takımınız yense bile karşı tarafla alay etmeden medenice tebrik ettiniz mi?
Takımdı, yenmekti, kaybetmekti pek alakam yoktur bu tür şeylerle :) Ama ilgilenseydim bunu yapabilirdim sanırım :)

Siz hiç yardımlaştınız mı?
Tabi kii :)

Siz hiç saatlerce beklemenize rağmen acelesi olduğu her halinden belli olan birine yerinizi verdiniz mi?
Birşey için saatlerce beklemedim hiç şimdiye kadar. Ama kendimce çok uzun süre beklemişken acelesi olduğu konusunda samimiyetine inandığım bir kaç kişi için böyle birşey yaptım.

Siz hiç cep telefonunuzu evde bırakıp dışarı çıktınız mı ?
Evde bırakıp hiç çıkmadım. Ama evde unutup çıkmışlığım çok var :) Ve bu benim için dünyanın sonu gibi birşey :)

Siz hiç "etraf ne der" diye düşünmeden bir kez olsun rahat hareket ettiniz mi?
Bazen çok umursamaz olabiliyorum. "Kime ne benim hayatım bu" diyebiliyorum. Bazen de tam tersi oluyor. 

Siz hiç gönlünüzce yaşayabildiniz mi?
Hayatımdan şikayet etmiyorum yanlış anlaşılmasın ama tamamen gönlümce yaşadığımı söyleyemem. Çünkü bazen etraf ne der konusunda umursamaz olamadığımı söyledim yukarda da. Bence insanın gönlünce yaşamasını engelleyen en önemli şey "elalem ne der" düşüncesi. Ama bunu aşmaya çalışıyorum ve önceki düşüncelerime göre başarılı olduğumu söyleyebilirim.

Daha önce bu mimi yapan çok kişi oldu. O yüzden tek tek mimlemiyorum arkadaşlar. Konusu gerçekten insanın hayatını nasıl ve kime göre yaşa yaşadığını düşündürten bir mim. Yapmak isteyen herkes yapabilir ve bana linki de yazarsanız ben de seve seve okurum :)

Sadece "kendi gönlümüzce" yaşayabilmek dileğiyle ... ♥





Hasret / Canan Tan

"Hasret" okurken kendimi hikayenin içinde hissettiğim ve büyük bir keyifle okuduğum romanlardan biri oldu benim için. Özellikle de romanda anlatılanların gerçek bir hikaye olduğunu bilmek daha çok etkiledi beni. Bazı yerlerde gözlerim dolarak okudum. Böyle duygulanarak okuduğum kitaplar azdır :)

"Hasret mi ölüm mü deseler
Ölümü seçerdi
Tereddütsüz
Hiç gözünü kırpmadan
Ama ona soran olmadı ki..."

Romanda Osmanlı'nın çöküş döneminde Keskin'li Müslüman bir bey oğluyla bir Rum kızının yaşadığı aşk anlatılıyor. Sadece aşktan ibaret değil anlatılanlar. Tarihle bütünleştirilerek anlatılmış herşey. Aynı zamanda o zamanın gelenekleri, yaşayışı ve  kültürü de o kadar iyi anlatılmış ki.

Birbiriyle kardeş gibi yaşayan Rum ve Müslümanların o dönemdeki savaşların ve mücadelelerin etkisiyle nasıl da birbirlerine düşman kesildiklerini okumak çok üzücü. 

İşte bu iki kesimin birbirine düşman olduğu zamanda Tacettin ve Patricia'nın aşkını öğrenmek Tacettin'in ailesi için bir yıkım olur. Hiçbir zaman razı gelmezler evlenmelerine. Hatta Tacettin ile Patricia'nın Ali ismini koydukları çocukları bile değiştiremez bu durumu. Ali'yi kabullenebileceklerini ama Patricia'yı hiç bir zaman gelini diye o eve sokmayacağını söyler Tacettin'in annesi.

Patricia'nın annesi Omorfia onların aşkını kendisi ve kocası Dimitri arasındaki aşka benzetir. Çünkü onların evlenmesine de Omorfia'nın ailesi engel olmuş ama onlar yine de kavuşmuşlardır. Ancak bu sefer de ölüm almıştır onun elinden Dimitri'yi.

Ve korkuyla bekledikleri gün gelir. Mübadele Anlaşması imzalanmıştır. Artık ayrılığın kaçınılmaz olduğunu görürler. Yunanistan'daki Müslümanlar ve Osmanlı'da yaşayan Rumlar için topraklarından, sevdiklerinden, aşklarından ayrılma vaktidir. Bu ayrılık ömür boyu sürecek hasretleri getirir beraberinde.

- Patricia, annesi Omorfia ve Ali  de Yunanistan'a göç edecekler listesinde sırasını beklerler ve bir gün Tacettin onların evine geldiğinde kapıda duran asma kilitle karşılaşır. Çoktan gitmişlerdir. O günden sonra da kendini hiç affetmez. 

Belki de artık ömür boyu yolları ayrılmıştır. Patricia da Tacettin de kendilerine yeni hayatlar kurmak zorundadır artık. Birbirlerini hiç unutmasalar da... Ömür boyu birbirlerinin hasretiyle yaşamaya mahkum olurlar. Geri dönüşün imkansız olduğunu kabullenirler.
Tacettin yılların hasretini bir fotoğrafla gidermeye çalışır her gün.

Ama hayat bir gün hiç ummadık zamanda Tacettin ve Ali'sini bir araya getirir. Bazı kavuşmalar geç olsa da çok güzel ve unutulmazdır. 

 Bu hikaye bana şunu öğretti "insan kendini nereye ait hissediyorsa orada olmalıdır" Osmanlı'da yaşayan Rumlar Yunanistan'a gittiklerinde oraya "vatan" gözüyle bakamazlar. Çünkü yıllarca bu topraklarda yaşayıp kendilerini buraya ait hissetmişlerdir. Ki oraya gittiklerinde de dışlanırlar. Aynı şey Yunanistan'dan buraya gelen müslümanlar için de geçerli. 

Göçle birlikte parçalanan hayatlar, geride bırakılanlar,ayrılıklar, yarım kalan hayaller ve umutlar, çekilen acılar, sıkıntılar.. Yabancı bir yerde yeni bir hayat kurma çabası..Bu hikayeyi okurken gerçekten çok üzüldüm. 

Canan Tan'ın bu romanla ilgili rüportajını okudum. Bu hikaye tamamen gerçekmiş ve isimleri bile değiştirmemiş. Aynı zamanda hikayenin diğer tarafına da ulaşmış Yunanistan'da.
 Böyle şeyler okudukça daha çok özlüyorum dedemi :(

Neyse daha fazla anlatmayayım. Tutmalıyım kendimi :)

Bence okunması gereken romanlardan biri. Şimdi bu tür hikayeler anlatan başka romanlar var mı onu araştıracağım. Umarım vardır. 

Sevgilerle...








6 Mayıs 2014 Salı

Çeyize İlk Adım :)

Evet başlıktan da anlaşıldığı üzere anneciğim çeyizime bir başlangıç yaptı :) Şu anda çeyizimde bir adet teflon bir adet de çelik tencere takımım, bir adet yemek takımım var :D Başka da birşeyim yok valla.

Dün işten çıkıp eve geldim annem " ben bugün birşey yaptım " dedi. Genelde bu cümleyi temizlik yaparken odamdaki bişeylere yanlışlıkla zarar verdiğinde söyler.

"Yine neyi kırdın döktün anne yaaa" diye gülerken "yok yok öyle birşey değil. Ben sana birşeyler aldım bugün" Ne aldın der gibi boş boş bakınca "tencere takımıyla yemek takımı aldım" dedi ve ben kahkahayı bastım zaten :D Seni 5 yıldan önce evlendirmem diyen annem hazırlıklara başlamış da haberimiz yok :)

Sonra bir bozuldum tabi, bana sormadan neden alıyor diye. Ama bakınca beğendim içim rahatladı. Tabi ya beğenmezsem diye triplere girince " beğenmezsen ben kullanırım sana başka alırız " dedi. Hiç de kıyamaz :)

Bu konuyla biraz dalga geçtikten sonra hemen Sonsuz'a söyledim bunları. Ne hissediyorsun deyince gerçekten de bir tuhaf hissettiğimi farkettim. Büyümüşüm ben yaa :) Hala kendimi yaşım gibi hissetmiyorum, hissedemiyorum.

Bu adımlar aslında çok ciddi şeyler. Evlendiğimde kendi evimde kullanmam için bir şeyler alınmaya başlandı resmen şaka gibi :) Ama annemi böyle görmek beni acayip mutlu etti ya. Kıyamam görünce almadan duramamış. Artık aklından ne geçtiyse. Sanki yarın evleniyorum da yemek takımı almaya vakit yok :D Bir yandan da anne olmak ne zor ya diye düşündüm açıkçası. Ben kesin çok  kıskanç bir anne olacağım. Çocukların turşusunu kurmazsam iyidir :)

Dün ne hüzünlü bir yazı yazmışım ben öyle. Ruh halim bir tuhaftı zaten. Pek iyi görmedim kendimi :) Ama bugün çok iyiyim neyse ki. Hem mutlu bir haberle de geldim bu sefer :)

Şimdilerde okuduğum romanı çok beğendim. Tarihle iç içe anlatılan bir aşk romanı ve çok severek okuyorum. Bitirdiğimde onunla ilgili de yazacağım zaten. Ama dünkü hislerime o kadar uygun bir seçim olmuş ki. Yunanistan'daki Müslümanlar ve Anadolu'daki Rumlar arasında zorunlu mübadele dönemini anlatıyor. Ve çok hüzünlü. Biraz da dedemden böyle hikayeler dinlediğim için çok etkilendim sanırım.

Neyse, bugünlük benden bu kadar.. Şimdilik hoşçakalın :)


5 Mayıs 2014 Pazartesi

Öylesine...

Yıllar öncesiymiş fotoğraftaki an. Oradaki yüzlere baktığımda kimisi orada olmaktan memnun bir ifadeyle gülümserken, kimisi sadece istemeyerek orada bulunmanın verdiği sıkıntıyla yapmacık bir gülümsemeye sığınmış. Fotoğraf çekildikten sonra dudaklarının kenarında zorla oluşturdukları kıvrım hemen aşağıya düşmüş olmalı.

 Bunları düşünürken radyoda dedemin en sevdiği türkü başlıyor. Selanik türküsü "Çalın Davulları"   Hasta zamanlarında sadece uzanıp o eski lacivert teypte takılı olan kasedi açmamızı isterdi. En sevdiği balkan türküleri sıralanmıştı o kasedin içinde.Bir Fırtına Tuttu Bizi  de onlardan biriydi.

O türküleri dinlerken neler düşündüğünü o kadar merak ederdim ki. Ama hiçbir zaman soramadım. Nedense sanki birine aşıkmış da kavuşamamış gibi hissederdim onun o halini görünce. Kimdi, nasıl biriydi acaba diye sorular sorardım içimden. Çocukluk işte. Nedense o türkülere en çok aşkı yakıştırırdım.

 Dedemi kaybettikten sonra babam ne zaman bu türküleri dinlese gözleri dolar. Özellikle bazı türkülerde sesi açar ve sadece dinler. Gözleri dolduğunda başka yere bakar. Biz görmeyelim diye. Oysa çoktan görmüşüzdür. 

Aynı türküyü dedem dinlerken bana aşkı, babam dinlerken de dedemi hatırlatıyor. Ve bunu yazarken bile zorlansam da bir gün babamı kaybettiğimde bu türküleri dinlerken benim boğazımda da bir şeyler düğümlenecek. Tıpkı babam gibi gözlerim dolacak ve başkalarıyla karşılaşmasın diye gözlerim, sadece yere bakacağım.

İnsan neden ağlamaktan utanır ki? Neden saklamak ister? Oysa ağlamak da gülmek gibi belki de "en insanca" duygulardan biridir. Ama o anı hep saklamak isteriz. Sadece biz görelim, sadece biz bilelim.


Sanırım çocuk olmanın en güzel yanı gerçekten de insanın avazı çıktığı kadar bağırarak ağlayabilmesi. Utanmadan, içinden geldiği gibi... 

Bu türkülerin bana hatırlattıkları ve boğazıma düğümledikleri her zaman iki kişilik olacak... Hatıralar sıralanacak gözlerimin önünde. Hani vapur ilerlerken martılar çığlık çığlığa atılan simitleri kapmak için yarışır ya, ben de tam tersi içimdeki o çığlıkları bastırıp yalnızlığımla savaşacağım. 

Ama hep derler ya, hayat devam edecek işte. Yine bir güneşle gün doğacak, saatim çaldığında yine ilk işim perdeyi aralayıp pencereden dışarı bakmak olacak ve acele acele atıştırılan bir şeyler ve çayla birlikte güne başlayacağım. Sırtımda yüklendiğim sorumluluklarımla..

Hayat hep gidişlerle dolu. Kavuşmalarla da dolu olduğu kadar. Ve hep beklemek zorundayız, umut etmek zorundayız. En azından ben umudumu kaybedince her şeyi kaybetmiş gibi hissediyorum kendimi. 

Ve hayatta hep bir şeyleri özlemek zorundayız. Bazen geri gelmeyeceğini bile bile özlemek...Hiçbir güzellik, mutluluk sonsuz değil. Ve hep bir şeyleri geride bırakıp unutmak zorundayız. Hayat işte, hep istediği gibi yaşıyor.

Bir şeylerle hatırlanmak, insanlara hatırlanacak anılar yaşatmak...Fotoğraf diyordum değil mi? Nereden geldim buraya ben şimdi? Bilmiyorum. Bunları neden yazdığımı soracak olursanız, inanın bunu da bilmiyorum. Galiba öylesine bir şey işte...
Öylesine bir hüzün...

4 Mayıs 2014 Pazar

Zorlu Pazar Mücadelesi :)

Hala bacaklarım zonkluyor diyebilirim. Temizlik bitti de ben bu gece zor gelirim kendime. Böyle çok ayrıntılı temizlik yaptığım zamanlarda ev hanımlığının bana göre olmadığını bir kez daha anlıyorum :) Ama cinsiyet meselesi işte, mecburum, mecburuz :)

Her ne kadar bütün evi temizlemiş olsam da daha çok kendi odamla cebelleştim. Nedense birşeylerin yerini değiştirme gereği hissettim. Dolaplardaki eşyaların yerlerini değiştirdim. Sanki ne fark edecekse. İş çıkarıyorum kendime durduk yere. Sonra gardrobun derinliklerine yerleştirdiğim yazlıklarımı göz önüne çıkardım.

En güzeli de bu. Çünkü havaların ısınması benim psikolojimi olumlu anlamda etkiliyor gerçekten. Her ne kadar çok sıcak diye şikayet etsem de, ben yaz ve biraz da ilk bahar insanıyım sanırım :)

Bir sürü atılacak şey ayırdım yine. Kullanmadığım eşyalar. Her temizlikte mutlaka olur bunlardan. Bir temizlik gününde  kıyamazsam diğerinde mutlaka kıyarım :)

Ne çabuk geliyor bu Pazartesiler yaaa. Kendimi hiç dinlenmiş hissetmiyorum ki ben. İnşallah güneşli bir güne uyanırım da hemen kalkıveririm yataktan. Yağmurlu havalarda uyanmam iki kat daha zor oluyor. Ve mutsuz uyanıyorum öyle sabahlarda :)

Bir kaç gündür Lüleburgaz'da Gratis açılmasının heyecanını yaşıyorum. Açılış gününde orayı gördüğümde gözlerime inanamadım. Bir de kapısını balonlarla falan süslemişler. Nasıl sevinç çığlıkları atasım geldi :)

Tahmin ettiğiniz gibi içeri adımımı bile atamadım. Çünkü o kadar kalabalıktı ki birşey bakmamın imkanı yoktu. O yüzde nasıl olsa bir yere kaçmıyor Gratis, artık her zaman var diye kendimi teselli ederek çıktım hemen :)

Canan Tan'ın Hasret romanına başladım. Umarım bunu da bir ayda bitirmem :)) Utanıyorum artık kendimden :) Ama olsun özeleştiri yapmak da bir erdemdir. Gerçi benimki biraz utanmazlık olabilir :D Hem bir ayda bitir hem de utanmadan söyle :D

Aa unutmadan bu da Pazar şarkısı olsun :)










3 Mayıs 2014 Cumartesi

Özleme Vakti ♥

Biliyorsunuz ki kaç gündür Sonsuz'la buluşacağım diye gün sayıyorum :) Bugün sabah 11.00'da buluştuk, erkenden :) Birlikte uzuuun bir kahvaltı keyfi yaptık. Çay keyfimizi de tamamladıktan sonra sinemaya gidelim dedik. Filmlere baktık ve Non-stop diye bir filme girdik.

Film güzel miydi diye sorarsanız ikinci yarısında çıktık, izlemedik :) Filmi pek beğenmesem de aslında uçağı birbirine katan kişiyi çok merak ettim. Ama Sonsuz çok sıkılınca kıyamadım ona, çıktık. Filmi beğenmesem de o merakla sonuna kadar sabredebilirdim aslında :)

Bir yandan da iyi oldu çıktığımız sohbet edecek bir sürü vaktimiz kaldı :) Kahve keyfi ve yürüyüşten sonra da kaç haftadır dondurma yiyeceğiz deyip karnımız tok olduğundan yiyemediğimiz dondurmalarımızı yedik. Böylece dondurma konusundaki zevkimizin de ne kadar farklı olduğunu gördüm. Sonsuz vişne-limon seviyor, ben çikolata-karamel :) Çok alakasıızz :)

Eve dönerken tabi ki çok mutsuzdum. Bütün gün çok mutluyum, hep gülüyorum. Eve yaklaştığımızda sinirlerim bozulmaya başlıyor :) Çünkü biliyorum ki yine özleme vaktii. Ama olsun özlemenin de yeri ayrı güzel. Böylece buluştuğumuz zaman iki dakika bile çok değerli geliyor gözüme. Mesela gittimiz filmi bile zaman kaybı gibi görebiliyoruz :)

Çünkü koca bir hafta konuşacak o kadar çok şey birikmiş oluyor ki. Tamam telefonda konuşuyoruz ama yeterli olmuyor ve tabi ki yüzyüze görüşmenin yerini hiçbirşey tutamaz. O yüzden bazı konuların üzerinden buluştuğumuzda ikinciye geçiyoruz :)

Anneler Gününde Sonsuz'un annesini arayabilirim ve tanışmış olmamıza rağmen düşündükçe heyecanlanıyorum :) Ama artık aşmalıyım bu heyecanımı.

Yarın Pazar olduğunu düşündükçe bile yoruluyorum yaa. Annem beni evde yakalamışken köşe bucak temizletecek şimdi :) Her ne kadar 2 ablam olsa da, evin tek kızı olmak zor.

Şimdi birazcık blog okuyayım bakalım neler olmuş =) Blog konusunda eski tempoma dönebildiğim için mutluyum bu arada. Yazmayınca kendimi eksik hissediyorum sanki artık.

Yatmadan önce de kitap okurum inşallah öyle umuyorum :)

Hoşçakalın...








Beyoğlu'nun En Güzel Abisi / Ahmet Ümit

Sonunda bitirebildim bu kitabı. Bir Ahmet Ümit romanı en fazla bu kadar kötü okunabilirdi. Bir ayda okudum resmen. Bu kadar uzun sürede okumam tamamen benden kaynaklanıyor. Kitap gayet güzeldi aslında. Sorun bende :)

Evet itiraf ediyorum yine tahmin edemedim katilin kim olduğunu. Bir ara şüphelenir gibi oldum ondan ama o kadar çok katil olabilecek kişi vardı ki o ihtimali unuttum sonra. Bir de çok uzun sürede okuyunca tabi bazen kişileri bile karıştırdığım oldu :)

Tarlabaşı'nda yılbaşı gecesi bulunan bir cesetle başlıyor roman. Ölen kişi Beyoğlu kabadayılarından Engin.  Nevzat Başkomiser, yardımcıları Ali ve Zeynep'ten oluşan ekip Engin'in katilini bulmak için canla başla çalışıyorlar. Sonra başka ölümler, cinayetler de eklenir tabi Engin'in ölümüne.

Bir yandan da İstanbul'un belki de en güzel semtlerinden olabilecek Beyoğlu'nun, nasıl yoksulluğun ve işlenen suçların merkezi olduğunu da gözler önüne seriyor bu roman. Mafya babaları ve Beyoğlu'nun kabadayıları arasındaki mücadele.. Kadınların bu mücadele içindeki insanın midesini bulandıran yeri.

Bir yanda Nevzat Başkomiser ve Evgenia'nın aşkı, bir yandan da Nevzat'ın yardımcıları Ali ve Zeynep'in aşkı.. Bunca olay ve cinayet arasında aşkın da hatırlatılması güzel tabi.

Romanda en sevdiğim kısımlardan biri Evgenia'nın Atina'da gelen akrabası Fofo Yengenin anlattıkları.. 6-7 Eylül olaylarında insanların yaşadığı zulüme de değinilmiş böylece.

Tam dosya kapanmak üzereyken öğrenilen bir ayrıntıyla katilin kim olduğu anlaşılıyor.

Neyse çok anlatmayayım da okuyacak olanlara yazık olmasın :)

Ahmet Ümit'in birçok romanını okudum. Bu benim şansım mı bilmiyorum ama hepsini sevdim okuduklarımın. Bu da onlardan biri oldu. Tabi benim kadar yavaş okumazsanız daha heyecanlı olabilir :)

İyi geceleeerr =)


1 Mayıs 2014 Perşembe

Dertleşme Günü :)


Merhaba =)

Bugün çok keyifli bir gündü benim için. Birincisi sabah 11.00'a kadar uyudum yani neredeyse 12 saatlik bir uyku :) Uyumaya bayılıyorum yaa. Hemen uyanamadığım için de alarmımı 10 dakika arayla defalarca kurmak zorunda kalıyorum. Alarm çaldığı gibi fırlayıp kalkabilen insanlardan olamadım hiçbir zaman.

Uzuun bir uykudan sonra kalkıp hemen hazırlandım. Çocukluğumdan beri en sevdiğim arkadaşlarımdan olan Pelin'e gittim. 8 yıl aynı sınıftaydık. Lise ve üniversite döneminde de görüşmeye devam ettik hep. Onun yeri çok başka bende. Aylarca görüşmesek de bir araya geldiğimizde sanki dün görüşmüşüz gibi kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hiçbirşey saklamayacağım, herşeyimi rahatlıkla paylaşabileceğim sayılı insanlardan biri kendisi. 

3,5 saat hiç durmadan, 1 saniye bile susmadan konuştuk :) Uzun zamandır görüşmediğimiz için konuşacak çok şey birikti tabi. Yılların bizi değiştirmediğini, hala birbirimizle eskisi gibi dertleşebildiğimizi, herşeyi paylaşabildiğimizi ve birbirimizi anlayabildiğimizi görmek çok güzel. 

İçini bir dosta dökmek kadar insana iyi gelen birşey daha yok bence. Mesela şu an kendimi bildiğin hafiflemiş hissediyorum :) Bir de son günlerde problemler yaşayınca Pelinle görüşüp bunları da paylaşmak çok iyi geldi.

Bundan önceki görüşmemizde onun da bazı sorunları vardı. Neyseki hallolmaya başlamış. Çok sevindim düzelmesine. Dostluk birlikte üzülmek ve birlikte sevinmek...

Dedikodu yapmaktan neredeyse son minibüsü de kaçırıyordum :) Eskiden birbirimizde kalmak için annelerimize babalarımıza yalvarırdık. Sonra hep aynı cümleyi duyardık " koca gün birlikteydiniz doymadınız mı" :) Birlikte kalıp sabaha kadar oturup kıkırdaşmanın keyfini anlamazdı tabi annelerimiz. Ama ne yapar eder ikna ederdik :)

Önceden gülüp eğlenmekten başka derdimiz yoktu tabi. Şimdi herkesin gelecek kaygısı, sınavı vs. bir sürü derdi var. Kısacası büyümek hiç eğlenceli değil :)

Sonsuz'u çok özledim. C.tesi görüşeceğiz ama o kadar uzak geliyor ki o gün bana. Sanki aylar varmış gibi. Hep isyan ediyorum ama yine dayanamayacağım sanırım. Haftada bir gün görüşmek çok zooor :)

Gerçi bugün haftada bir güne bile şükrettim. Sevgilisi başka şehirde olanlar da var. Nankörlük etmeyeyim şimdi :) 

Onu kırdığımın bilincinde olsam da sorunlarımızı halledebileceğimize inanıyorum. En güzeli de birbirimize karşı hiç değişmediğimizi bir kez daha görmek oldu.

Gerçi Sonsuz bugünlerde pek bir alıngan :) Şaka yapmaya bile gelmiyor. Hemen karşılığını veriyor. Ama bugün bunları söyledim ona da. Dikkat edeceğini ve bu durumun düzeleceğini söyledi. Kıyamam hemen de incelemeye aldı bu konuyu :)

En çok da bu huyunu seviyorum. Birşeyle ilgili fikrimi söylediğimde hemen dikkatli olacağını söylüyor. İşte o zaman kendimi pek bir önemli hissediyorum :) Ay özledim yaa off :)

Kitap okuma özürlü oldum ben bu ara yaa. Canım hiç okumak istemiyor. Ahmet Ümit'e bayılırım. 2 günde bitirirdim kitaplarını, ama şu an okuduğum kitap 1 aydır odada oradan oraya atılıyor. İnat ettim bu akşam bitecek. (Yani umarım)  :)  

Hoşçakalınn..

Günün Şarkısı :)